TUTUKLU 9. BÖLÜM

Gönderen Dert Ortağı 31 Aralık 2008


9. Bölüm

biryandan ağlıyor bir yandan da yanında ki jandarmalara yalvarıyordu. ne olur açın ne olur açın… ama böyle bir şey söz konusu olamayacağını bildiği için çaresizce yerine otur du ve göz yaşlarına boğuldu. Onu ağlatan ve bu denli yalvartan şey neydi. Neden bu kadar ağlamıştı. Yolda jandarmalar sormuş ama yanıt alamamıştı. Kimseyle konuşmada tutuklu hücresine girene kadar. Hücresine girdiğinde bitkin birhaldeydi oysa o gün ne kadar neşeli başlamış hatta içindeki sesle bile bir şey demeyeceğini belirtmişti oysa şimdi tam bir virane haldeydi. Hücresinde yaptığı ilk iş o kırık aynasına bakıp ağlamak oldu bir müddet daha sonra yatağıma uzandı ve artık ona uykuya mı daldı dersiniz yoksa bayıldımı bilinmez zira çok perişan ir hali vardı.



Sabah olduğunda şiddetli bir baş ağrısı ile uyandı o gün de çok morali bozuktu ve çok üzücü geçiyordu gün onun için. Hemen masasının üzerinde ki kitaplarına baktı. İskender Palan’ın Aşkname adlı eserinden bir bölümü okumaya başladı


(...)
Hayal Banu’nun iki eliyle tutup “Buyrunuz efendim!” diye başını yere eğerek sunduğu tepsi küçüktü ve şair, güllerle müzeyyen tepsiyi almak için iki elini birden uzattığında birden böylesi bir sofrayı sıradan bir insanın hazırlamayacağını düşündü ve gayriihtiyari karşısında duran kadının yüzüne baktı. Bakmak değil de daha periye uğramak gibi bir şeydi bu. Gördüğü bürümcük yaşmak arasında parlayan bir çift esmer güzelliğin büyüsü kalbini yerinden oynatmaya yetmişti. Bu heyecan ile elini öyle hevesle uzatmıştı ki işaret parmağı zaten küçük olan tepsiyi tutan parmaklardan birine değmiş, değmesiyle birlikte yanmış ve titreyişler içinde geri çekilip çekilmeme tereddütleri arasında önce beklemiş, sonra kanı çekilmiş ve parmağı, bir mektup mührü gibi diğer parmağın üstünde donakalmıştı.

Hayal Banu başını kaldırmadığı için tepsinin elinden çekilip alınmasını, şair ise bu güzelliğin başını kaldırmasını bekliyorlardı. Adı konulamayacak bir an idi. Sanki görünmez bir top kumaş ikisini de sarıp sarmalamada ve her sarışta bir kez daha sıkmada, birbirlerine yaklaştırmadaydı da onlar bundan kurtulmak, dışarı çıkmak istemiyor gibiydiler. İkisinin de ellerini çekme konusunda ilk adımı diğerinin atmasını beklemelerinden belliydi bu. Şair onca yıllar aşkın, sevginin has iklimlerinde dolaşmış, pek çok asil âşıkın hayatını öğrenmiş, bu konuda divanlar tedkik etmiş, kütüphaneler hatmetmişti ama şu anda, bedeninin bütün hissiyatı bir işaret parmağının ucuna toplanmış vaziyette iken, yüreğinin ve ruhunun bütün varlığıyla kıyamete kadar böylece durmaktan gayrı bir arzu hissetmemesinin ne anlama geldiğini hiçbir kitapta okumamıştı.
Şairin diğer elinde tuttuğu kandilin titrek ışığı altında gece yarısına kadar hiç konuşmadan söyleşilen bu zamanın, bu kelamsız ve hecesiz süren derin sohbetin iki taraf için de ne anlama geldiğini pekâla ikisi de biliyor, hissediyor, belki yaşıyor ve sürmesini istiyordu. Üstünde gül yaprakları bulunan bir tepsinin altındaki zarif dokunuşla birbirlerini tanıyan, anlayan ve bütünleşen bu iki insanın sükutları, en hassas sözlerle bir ömür sohbet eden, konuşan, fısıldayan aşıklardan daha zengin bir dünyanın kapısını açtı, bengisu pınarının aktığı kırkıncı bahçenin kapısını…

Şair… Çaresiz ve donakalmış… Hayatını şiire adamış, onca gazel yazmış, gazellerde bıkmadan ve usanmadan hep kara gözlü, kara kaşlı, kara saçlı, kara benli, servi boylu, gül yanaklı, yay kaşlı ve ok kirpikli bir güzeli anlatıp durmuş, ama onun bir yerlerde yaşamakta olduğunu hiç düşünmemişti. Yüzyılların içinden yüzlerce, binlerce şair tarafından damıtılarak bulunan bu müstesna güzelliğin, bu yalnızca şiirlerde rastlanan güzelin, bir perizad, bir huri, bir nigar kılığında karşısına çıkacağını nasıl bilebilirdi ki!?.. Nazın koynunda doğmuş, nezaket tarafından emzirilip nazenin beşiklerde berceste ninnilerle büyütülmüş bu güzellik, bu karşısında billur gibi duran güzellik gerçek miydi?!.. Sanki bir dolunay, serv-i sim-endâmın başı ucundan doğmuş da karşısında öylece beklemekteydi. Kandil ışığının kırıldığı tül ferace altındaki gerdanı gümüşten bir sonbahar akşamıydı da sanki, karabiberi andıran beni o dolunay önüne düşmüş şairin kara bahtının yıldızı. Bu güzeli bir şiirinde övmeye kalksa, söylediği her şey, söyleyeceği şeyler kadar eksik kalırdı ve bu şiir bir destan olsa da söz bitmezdi.

Şiiri kağıtlara yazılır sanmakla ne büyük hata ettiğini şimdi anlıyordu; en muhteşem şiiri yüce Yaratıcı’nın levh-i mahfuzda yazdığını ve soınra da onu şairlere örnek olsun diye yeryüzüne gönderdiğini ancak şimdi idrak edebiliyordu. Şüphesiz gördüğü güzelliğin bütün dünya güzellerine bedel olmadığını düşünüyordu, ama yıllar yılı kitaplarda okuduğu güzellikti bu, gazellerde anlatılan güzellikti. Bu güne kadar onu kimse keşfetmemiş ve gizleyip kendisine ayırmamışsa onun güzelliğini bilmediklerinden değil, ona şairane gözle bakmamalarından, belki bakamamalarındandı. Dizinin bağı çözülüp elleri titremeye başlayasıya kadar uzun uzun seyrettiği bu kadını ömrü oldukça yalnızca yüzüne bakarak, yalnızca saçının bir tek teline tutularak, yalnızca gerdanındaki bir tek beni uğruna candan geçerek sevmenin mümkün olduğunu biliyordu. O anda, huzurunda diz çökerek, bildiği bütün şiirleri yüzüne karşı okuyabilir, yeni şiirler inşad edebilir, bercesteler, müfredler, kıtalar ve gazeller yazarak divanlar doldurabilirdi; eğer gözlerini ondan alabilmek ve belki dile gelip bir çift söz söyleyebilmek mümkün olsaydı… Şair olduğu için mi böyle davranıyor, daha doğrusu davranamıyordu; yoksa âşık olmak mı böyle bir şeydi?!..
Hayal Banu’nun başını kaldırıp tepsi sunduğu insanın yüzüne bakması için payitaht minarelerinden yatsı ezanlarının okunmaya başlaması gerekmişti. Karşısında bir şair vardı, esrar içmişçesine şarhoş, kendinden geçmiş ve donakalmış… İçkiden değil de hayretten doğan bir sarhoşluk. Kandilin kömürleşen fitilinden eline damlayan kızgın yağları hissetmeyecek derece sarhoşluk. Yüzüne bakıldığında aklı ile gönlü ayrışıp çelişmeye başlayan, belki aklın ürküp gittiği çılgın bir sarhoşluk. Hayal Banu onun yüzüne baktığı anda içinden bir tatlı rayihanın gönlüne doğru akıp gitmekte olduğunu hissetti. O anda şair onu evine davet etse içeri girer miydi, tereddüt ediyordu. Öte yandan şair, bırakınız içeri davet etmeyi, münasip olmayan bir hareket veya söz yüzünden reddedilmeyi, yüzüne şamarı yiyip bir daha onu görememeyi düşünüp korkuyordu. İkisi de duygularından emin değildiler. Belki biri kovalanmak ve yakalanmak istiyordu, ama diğeri kaçmasını ve saklanmasını istemiyordu. Birinde kavuşmak tehlike, diğerinde ayrılık bela idi. Kulun derdi kulluktan kurtulmak, sultanın endişesi kula kul yazılmak. Köleye bela olan esaret, sultana erişilmez nimet. Hangisi köle, hangisi efendi, hangisi av da hangisi avcı belli değil… Burada sultan kim, kul kimdi artık karışmıştı. Esir gibi kapı eşiğinde bekleyen sultan da, sultana benzer ev sahibi esirdi sanki. Muhteşem bir dilenci, haşmetli bir köle… Zamanın unutulduğu, saatlerin kurulmadığı bir anda, titreyen bir ses dağıttı tılsımı. Şairin bütün cesaretini toplayıp kalbi durma derecesindeyken titreyen sesiydi bu:
- Gülümse bana güzel!.. Gülümse bana!...
(...)

Sonra iç ses biraz daha oturaklı bir şekilde gel seninle konuşalım zaten konuşacak kimsende şu an için yok benden başka diye teselli edere bir şekilde konuşmaya başladı.

Aşk acı çekmek ve sabretmek değil miydi sen öyle demez miydin hem baksana İskender Pala ne güzel yazmış ne güzel anlatmış şöyle düşünsene bir de o gördüğün senin için orda değil miydi sana gelmemişmiydi. Hadi artık üzülmeyi bırak ve mutlu ol bence onu gördünya daha ne istiyorsun.
- ama ben ona sarılmak istiyordum ona seni seviyorum sana aşığım demek istiyordum
- e iyi de bunu o zaten bilmiyormu
- biliyor
- sorun ne o zaman
- ama çok özledim ben
- olabilir sen özleyebilirsin nedenini ben anlamasamda.
Hem bana göre o senin tutuklu kalmanı senden çok istiyor
- İstiyormu dersin
- İstiyor bence… tutuklu kalman onu daha mutlu edecek
- O mutlu olacaksa ben zaten tutuklu değimliyim buradan çıkmak gibi bir isteğim mi oldu ki inşallah Hakim de bizim gibi düşünür ve beni tutuklu bırakır.
- İnşallah… hakim haklı olanı… hak ettiğini verecektir merak etme ne demişler Adalet mülkün temeli :)
- Güldürme şimdi beni gülmek istemiyorum şimdi
- Neden gülmek istemiyorsun ortada gülünecek o kadar çok şey var ki
- Ne mesela iç ses ne var gülünecek
- Mesela ben şu an seni teselli edip karşında normal normal konuşuyorum sence de komik değil mi
- :) güldürme beni
- :) gül yahu gül
- Çok özledim ben o nu ama kokusunu,saçlarını burnunu gülümsemesini er’im deyişini sevdiğim adam deyişini özledim iç ses çok özledim onu :(
- Haklısın belki peki şöyle diyelim o zaman hani Sevda ile ilk tanışmanız da daha doğrusu ona aşık olduğunuz ilk zamanlar da birbirinizi görüyor muydunuz
- Hayır
- Ya ona dokunabiliyormuydun o zamanlar
- Hayır
- Kokusunu içine çekebiliyormuydun
- Hayır
- O zamanlar ne yapıyordun anımsa bakalım
- Düş kuruyordum tabiki
- Evet düş kuruyordun hem de ne güzel düşler değil mi? sanki o yanındaymış gibiydi. Sanki ona dokunuyordun. Kokusu her yerdeydi sanki….
- Evet haklısın
- Peki şimdi de öyle yapsana farkı ne durumun
- Farkı şey hmmm şey işte
- Ney?
- Peki iç ses sana bir şey söyleyim sana göre bir farkı olmayabilir ama bir şeyin tadını aldın diyelim örneğin çukulata önceden çukulatayı hayal edersin sonra aldığında onun tadını alırsın birdaha o tadı ararsın hayalini değil. Hayaller yavan gelir içse ben ona dokundum sıcaklığını hissettim titreyişini gördüm kokusunu ciğerlerime çektim şimdi bunu hangi hayalle mukayese edebilirim ki.
- Sen de haklısın ama sen demezmiydin hiç yoktan iyidir diye bu da hiç yoktan iyi işte.
- Tamam iç ses ben zaten her gün yaşadıklarımızı hayal ediyorum zaten bir de içine olmasını istediklerimizi ekler düşler kurarız benimle aynı dili konuştuğun için bu kez teşekkür ederim.
- Hadi hadi sende biliyorsun ki bu geçici bir durum sen bana lazımsın ben kiminle alay eder kiminle eğlenirim ki beni senden başka duyan var mı ki tek dinleyici mi kaybetmek istemem tabiki :)
- Teşekkürler içses iyiki varsın..
iç ses aklıma bir şiir geldi dedi hep sen söyleyecek değilsin ya bu kez de ben söyleyim


bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
gibi kar
geçen eyyâm-ı nevbaharı arar...
ey kulûbün sürûd-i şeydâsu,
ey kebûterlerin neşideleri,
o baharın bu işte ferdâsı
kapladı bir derin sükûta yeri
karlar
ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.
ey uçarken düşüp ölen kelebek
bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek
gibi kar
seni solgun hadîkalarda arar.(ELHAN-I ŞİTA'DAN)


Aradım seni şitaya hasret nevbahar misali, ey gönlümün neşv-ü neması gel de düşlerimde asılsın unutma ihtimalim…

Çok güzel içses, harika bir şiir bu dedi ve dua etti: Allah’ım seni bana, beni sana unutturmasın. Dedi ve ağladı. Biryan dan da çok sulu göz oldum bu aşka düşeli ben ne kadar da güçlü sanırdım kendimi oysa Firavunun ben Tanrıyım dedikten sonra hani burnundan giren küçük bir sineğin sebep olup baş ağrısından kafasının duvarlara vura vura can vermesi gibi. Koca vücudu özlemiyle kambur bir varlığa dönüştüren, bükülmez dediğim bileklerimi özlemiyle kaldıramaz hale getiren o küçük tebessüm değil mi o küçücük tebessüm koca bir aşka dönüştü şimdi ve bünye sadece onunla hayat buluyor… bu aşk beni küçücük bir çocuk misali yapmadı mı onun yüzünden bu kadar ağlatmadı mı. Varlığıyla hayat bulduğum kadın şimdi uzağız sanıyorsun oysa ben sana sen de bana o kadar yakınız ki nefeslerimiz bile ortak sanki aramızda mesafe yok ben sendeyim sen de bende. Hatırlıyor musun sana bir şiir yollamıştım düşlerimde sen varsın diye


Seni görüyorum düşlerimde
Yanımdasın;
Ellerini tutuyorum sımsıkı
Gözlerine bakıyorum sıcacık
İçim ısınıyor senin yanında
Sanki kuşlar bizim için şarkı söylüyor
Dansediyorlar etrafımızda
Başımı omuzuna dayıyorum;
Sarhoş olmuş gibiyim
Başım dönüyor
Bulutların üzerinden izliyorum dünyayı
Seninle dünya o kadar güzel görünüyor ki gözüme
İnanamıyorum...
Hiç uyanmak istemiyorum
Bu büyünün bozulmasından korkuyorum belki
Masmavi bir deniz uzanıyor önümüzde
Yanımda sen varsın düşlerimde
Soğuk, boş ve karanlık bir odada uyanıyorum sonra
Bakıyorum ama yoksun
Kalbim kanıyor
Canım çok yanıyor
Hasretin altın saplı hançer olmuş
Saplanmış yüreğime
ölüyorum....
Başım dönüyor aşkım
Gözlerim kararıyor
Zaten sensiz karanlık değil miydi?
Nefes alamıyorum aşkım
Sensiz hiç nefes almadım ki
Hasretin öldürüyor beni
Çok canım yanıyor bir tanem
Kalbimi söküp atmak istiyorum
Bu acı dinsin diye
Onda da sen varsın yapamıyorum
Ruhumda, bedenimde,yürüdüğüm yolda,
Gördüğüm her şeyde
Duyduğum her sözde sen varsın
Düşüyorum birtanem
Artık sensizliğe dayanamıyorum
Avutmuyor hayalin
Sıcaklığın olmayınca
Üşüyorum,ölüyorum...

Yeşim Erdoğdu


Şimdi tıpkı bu şiirdeki gibi seni özlüyorum her ne kadar hayal de kursam hayalin avutmuyor işte kendimi avutmak adına yakınız diyorum belki… belki de gerçekten yakınız bilmiyorum ama artık ben nefeslerimiz ortak bile olsa ben o nefesi içime çekmek istiyorum. Ben seni istiyorum artık Kadınım… Sadece Seni. Yatağımda yalnız uyumaktan sıkıldım kadın seninle uyumak, seninle uyanmak… uyandığımdan karşımda boş duvar değil seni görmek… sana bakmak istiyorum kadın. Dedi ve tekrar yatağına uzanıp istemese de artık yeterli gelmesede tutukluya düşlere daldı yüzünde beliren ince tebessümle

9. Bölüm Sonu
Dert Ortağı
sayac Kez Okundu
DertOrtagimblogspot.com

TUTUKLU 9. BÖLÜM Adlı yazımıza 1 Yorum yapıldı

  1. Adsız Dediki:
  2. Hi there tо all, how is the ωholе thing, I think eѵery one is getting more from this ѕite, and
    уouг views are nice in support of new users.


    my homepage - simply click The Up coming Website page

     

Yorum Gönder

Yeni Düşenler

Abonelik:

E-Posta Adresini Gir: