Gönül Kandili

Gönderen Dert Ortağı 27 Eylül 2009
Kelimeler, basit anlamları altında ne derece derin fikirler, duygular, hayaller barındırırsa o ölçüde şiire yaklaşmış, şiir olmuş demektir.
Şairlerin kelimelere ilave ettikleri her imaj ve mana, okuyucunun dimağında ayrı bir renk ve desene bürünerek bir tablo mekanizmasına dönüşerek çeşitlenir, genişler, renklenir, parlar. Bilhassa Divan şairlerinin kelime seçiminde bu derinliği görmek mümkündür. Söz gelimi Şeyh Galib'in şu beytine kulak verelim:
Kandîl-i dil ki şu'le-i meyden ferâğı var
Yâkûtdur ki cism-i terinden çerâğı var
Aşağı yukarı şöyle demeye gelir: "Gönül kandili ki içki alevinden varestedir (yani yanmak için şarabın alevine muhtaç değildir); o kandil bir yakuttur, o yakut da ışığı kendisinden kaynaklanan bir meşaledir."
İlk bakışta fazla içine girilemeyen, ne demek istediği anlaşılamayan bu beyitteki her kelime zengin bir anlam saçaklanmasıyla okuyucunun dimağını lif lif mana katmanlarına alıp götürür. Bu yolculuk, sufi bir şairin gelenekten yararlanırken ne mertebe yüksek bir medeniyet zenginliğine ulaştığını da bize gösterecektir. Önce bir ayet mealiyle işe başlayalım:
"Allah yerlerin ve göklerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde meş'ale bulunan bir kandillik gibidir. O meş'ale kristal bir fanus içindedir. O fanus da inciye benzeyen bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilmeyen mübarek bir ağaçtan, bir tür zeytinden tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Bu, nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. (...) Nur, 35"
Galip Dede gönlü bize betimlerken, Kur'an'ın tarif ettiği nur dolu fanus ile hemen hemen aynı tanımlara baş vurup "kendisine ateş değmese de ışık veren bir fanus" temsilini veriyor. Gönül, bedenimizde bulunan yürek değildir. Kalp kelimesi de onu tam olarak karşılamaz. Her ne kadar bu üç kelime birbirleri yerine kullanılıp, birbirlerinin anlamlarını ödünç alsalar da (acısı yüreğime işledi, kalbimi kırdın, gönül almak vb), bugünkü kullanımda "yürek" ziyadesiyle maddî bir et parçasını (yürek-böbrek, kuzu yüreği vb.); "kalp" itina isteyen ve insanın hayat çekirdeği olan yarı soyut bir uzvu (kalp-damar cerrahisi, kalp hastası, kalpsiz adam vb.), "gönül" ise tamamen soyut bir varlığı (Gönül Allah'ın evidir, gibi) nitelemektedir. İnsan anatomisinde duygu ve heyecanlar genellikle kalbe etki eder ve onun atışını hızlandırır. Yani duyguya dönüşen tefekkür kalp denen merkezde biriktiği vakit insan maddeden manaya yükselir. İşte gönül bu mananın adıdır. İnsan kalbe akseden mana ile gönlünü tanır ve kendisinin gönül ile var olduğunu idrak eder (gönlünce yaşamak, gönlüne hoş gelmek, gönlüne göre olmak vb.).
Gönül insan varlığının duygu merkezi olduğu için içine giren olumsuz duygulardan etkilenip ıstırap çeker. Istırabı tanımlayan, açıklayan en kapsamlı kelime ise "yanmak"tır. Elbette bu yangın maddi değil manevidir. Bu bakımdan bir kandil sayılır. Ama bu kandilin tutuşmak için hariçten bir kibrite, ateşe, aleve ihtiyacı yoktur. Bilakis ateşi kendi içinde mevcuttur, yanışı kendi bünyesinde mündemiçtir. Kalbi heyecanlandıran, duygulandıran, hüzünlendiren bir düşünce gönle manevi ateş olarak yansır. Kederler, elemler, azap veya firkatler bu türdendir. Bunlar hep soyut kavramlardır. Gönlü yakan tek somut varlık ise şaraptır. İşte bu yüzden tasavvufta şarap âşıkın çektiği keder, elem ve ayrılıkların sembolü, yani aşkın sembolü olarak kullanılır. Çünkü hem şarap, hem de aşk insanı mest eder, başını döndürür, sarhoş eder, ser-hoş eder. Baş dönmesinin ilk etki alanı ise yine gönüldür. Gönüldeki yangından ve ateşten kurtulmanın yolu bilinçten sıyrılmak, yani ser-hoş olmak, dimağı hissetmemektir.
Galip Dede gönül kelimesine bu anlamları yükledikten sonra onu yakuta da benzeterek bir adım daha ileri gitmekte ve anlamı daha derinleştirmektedir. Çünkü elektriksiz zamanlar için kandil, bedene göre kalp demektir. Yani atalarımız gecelerini aydınlatmak için kandile ihtiyaç duyarken adeta onu insan bedeninin kalbe duyduğu ihtiyaç ile ölçmüşlerdir. Kandil bu derece kıymetli olunca, onun değerli taş ve madenlerden imal edilmesi de pek tabiidir. Mesela kırmızı yakuttan yapılmış kalp biçiminde bir kandili gözünüzün önüne getiriniz (müzelerde bunların örnekleri vardır). Böyle kızıl yakuttan bir gönül kandili insanın maddesel anlamda yüreğini de, duygusal anlamda yanan kalbini de temsil eder. Çünkü yakutun parlayışı ateş renginde olup şeffaflığıyla ateşi andırır. Ama yakutun daha önemli özelliği ateşe dayanıklılığıdır. Tıpkı gönül gibi. Her ikisi de içinde yanan ateşe tahammül ederler. Her ikisi de bu yanışta ıslak (yürekte kan/ kandilde yağ) olup parıltıları bu yüzdendir. Parlaklığın tabiattaki sembolü sudur (âşık için gözyaşı). Farsça su manasında olan âb kelimesinin "parlak" anlamı da vardır. Gönlün de, yakutun da parlaklığını ifade eden kelime ise "ter"dir (ter ü taze). Bütün bunlardan sonra siz şu beyitteki güzelliğe bakın ki şair "ter" kelimesini yalnızca parlaklık anlamıyla kullanmıyor, onun "kırılgan, alıngan" anlamını da bize düşündürüyor. Malumdur ki hem yakut, hem de gönül çok kırılgandır, sırça misalidir.
İmdi, bu kırılgan, bu nazik kandil, içinde kibritsiz ateşler yanarken Hakk'ı ve hakikati idrak edebiliyor mu, mesele budur. Gönül ki Allah'ın evidir, elbette kendisine ateş değmeden de yanar ve o yanıştan kainata nur üstüne nur saçılır.
Bayramınız nurlu olsun...

İskender PALA - 22/09/2009
sayac Kez Okundu
DertOrtagimblogspot.com

0 Yorum

Yorum Gönder

Yeni Düşenler

Abonelik:

E-Posta Adresini Gir: