Bir gün ayrılığın derdi; diğer gün hasretin çaresizliği...
http://i41.tinypic.com/v46jpc.jpg

Dünya hemen bütün din ve inanç sistemlerinde "kötülüklerle dolu geçici sınav yeri" olarak anlatılır. İnsanlar bu sınavı başarıyla verirlerse öbür dünyada mutluluğa ulaşacaklardır.
İslamiyet'in insan adına 'esfel-i sâfilîn (aşağılardan da aşağı)' olarak tanımladığı bu yurda Hıristiyanî gelenekte Adem, günah ile aşağılanmış olarak inip acı çekmeye mahkûm edilir. Gerek Batı mistisizmi, gerekse tasavvuf, ebedî hayatta mutlu olabilmek (cennet) için dünyadan el etek çekmeyi önerir. Budizm'in insanların kurtuluşu için ortaya koyduğu Nirvana öğretisi de bundan farklı sayılmaz. Bütün bu inanışların temel düşüncesi 'ebedî mutluluğu elde etmek için dünyada çaba sarf etmek gerektiği'dir. Dünyanın bir bela yurdu olması ve kötülüklerle dolu bulunması, inanan ile inanmayanın, çaba gösteren ile tembel olanın, iyiliğin peşinde olanla kötülüğü isteyenin farkını ortaya çıkarmak adına anlamlıdır. Nitekim baştan uca iyiliklerle dolu bir dünya, imtihan için elverişli değildir.
Atalarımız dünyanın fena (kötülük) yurdu olduğuna ve erinde gecinde fena (yokluk) bulacağına dair inanışlarını her fırsatta tekrar eder, bunu sanat eserlerine de yansıtırlarmış. Fanilik hissi elbette insanın dünyaya bakış açısını değiştirecek ve dünya ile ahiret dengesini yerine oturtacaktır. Türk şiirinin klasik zamanlarına ait hemen bütün metinlerde bu düşünceye önem atfedilmiş, mutasavvıf olsun veya olmasın, bir imanın adamı olan her şair değişik vesilelerle dünyanın geçiciliğinden, kötülüğünden bahsetmiş ve onunla başa çıkmanın yollarını aradığını ifadelendirmiştir. Maksadı ise felekten şikâyet babında veya rindane eda ile söylediği bu şiirlerin, ortak düşünce ve inanç havuzunda yer alan okuyucunun kalbinde makes bulması, dünyaya bakış açısını dengelemesiydi. Söz gelimi Ramî Mehmet Paşa'nın (ö. 1707) şu beytine bakalım:
Dil harâb-âbâd-ı âlemde aceb vîrânedir
Eksik olmaz derd ü gam güya ki mihmânhânedir
Zannederim şöyle çevirebiliriz: 'Gövlümün evi, alemin harabeye dönmüş yurdunda acayip bir viranedir. Öyle ki içinden dert ile gam hiç eksik olmuyor; sanki bir misafirhâne.'
Beyitte geçen kavramlar tek tek ele alındığında aslında Osmanlı insanının dünyaya ve dünya hayatına bakışının şifrelerini çözmek mümkün. İsterseniz bunu yapalım:
Dil, 'gönül' demek ve insan için dünya hayatının önemi gönle yansıyan güzellikler veya kötülükler derecesindedir. Gönül soyut bir kavramdır ve maddî âlemden ziyade manevî âleme aittir. Yani gönül, maddeden ibaret olan dünya veya dünyalık peşinde olmamalıdır. Ait olmadığı bir dünyada bulunuyor olmak ona ağır gelir ve içini gamla, özleyişle, hasretle doldurur. Vatanını özlemesi ve bu özlem ile harab olması, onun doğru yolda olduğunu gösterir. Aksi takdirde dünyaya alışır ise manevî hüviyetini kaybeder, tabiatı değişir ve maddileşir. Bu durumda tabiatından çıkar ve yoldan sapar. Onun kendisine yetebilmesi ve kendinden bekleneni verebilmesi ancak gurbet duygusuna yapışması ve asıl vatanın hasretiyle yaşaması sayesinde gerçekleşir. Bu da dünya nimetlerine dönüp bakmayarak, karşılaştığı kötülük ve belalardan dolayı harap olmakla mümkündür.
Harâb-âbâd-ı âlem: 'Âlemin harabiyeti, yani harabiyet ile mamur olan, yıkılarak yapılan varlık alemi' demek olan bu kavram dünyayı nitelemek ve ona sıfat gibi yapıştırılmak bakımından eskilerin dilinde pelesenk olmuştur. Dünyanın binlerce yıldır eskitiliyor oluşu, içinde var olan bütün mamurelerin sonunda harap oluşları, kimsenin burada mamur olacak kadar bekleyemediği, binlerce erden geri kalmış şu yaşlı dünyanın bir taze gelin kılığında insanları aldatıp durması, hakikatine bakıldığında hiç kimseye mülk olmadığı vb. hep bu iki kelimenin ifade çemberi içinde yer alır.
Virane, bilindiği gibi 'yıkıntı' demektir. Şair, bu kelimeyi gönül hakkında kullanmaktadır ki; dünyanın hakikatine bakıldığında gönüller hep yıkıktır. Buraya gelip de, gönlü ebediyen mamur olmuş kimse bulunmamaktadır. Bir gönlün viran oluşu hasret yüzünden, abad oluşu ise vuslat sayesindedir. Vatanından ve Sevgili'den ayrı kalan bir âşıkın harabiyeti elbette onlara kavuştuğu zaman mamuriyete dönecektir. Yani ebedî mamuriyet (bayındırlık) ancak vuslatla (cennette cemale ermekle) mümkündür. Bu da dünyadaki hayatın viranlık içinde yaşanması ile mümkündür.
Mihmanhâne, 'misafirhâne, imaret evi' gibi anlamlar taşır. Eskiden yolcu ve misafirlerin konaklamaları için tekkelerde hücreler ayrılır, külliye çatısı altında imarethaneler kurulur, kimsesiz ve yoksulların, gariplerin ve yolda kalmışların buralarda barınması sağlanırdı. Dünya tıpkı böyle bir mihmanhânedir ki içinde bugün sen, yarın bir başkası kalacaktır. Atalarımız dünyayı bir misafirhâne olarak görerek bütün hayatlarını bir misafir gibi yaşamış, bir misafirden beklenen nezaket, zarafet ve teslimiyetle ömür sürdürmüşlerdir. Misafirlik, başkasına ait bir evde oturma fikrini beraberinde taşır. Kim, misafir kaldığı evin sahibi olduğunu iddia edebilir ki? Üstelik dünya evinde misafir olma sorumluluğuna bir de imtihan tedirginliği eklenmiştir. Bu iki tavrı aklından çıkarmayan bir yolcu, elbette dünyaya bağlanmayacak, bilakis gönlünü Sevgili'nin özlem ve ayrılığıyla dolduracaktır. Özlem ve ayrılığın gönle yansıması ise gam ve dert suretinde olmaktadır.
Derd ü gam: Şair tıpkı dünya gibi gönlünü de bir misafirhâne eylediğini ve orada Sevgili'nin özlem (gam) ve ayrılık/gurbet (dert) düşüncesini sırayla misafir edindiğini söylemektedir. Bir gün ayrılığın derdi, diğer gün özleyişin çaresizliği onun gönül evini, harabeye dönmüş gönül evini ele geçirmişler, sırayla konaklamaktadırlar. Bu iki halin aşk yüzünden olduğunu söylemeye hacet yoktur sanırım.
Ne mutlu o kişiye ki viraneye dönerek mamur olmuş gönül evinde Sevgili'nin aşkını yaşatmaktadır.
16 Şubat 2010, Salı
İskender PALA
sayac Kez Okundu
DertOrtagimblogspot.com

0 Yorum

Yorum Gönder

Yeni Düşenler

Abonelik:

E-Posta Adresini Gir: