"Giderken Bana Bir Şeyler Söyle"

Gönderen Dert Ortağı 24 Haziran 2009
Asım Öz / TIMETÜRK
Psikiyatr Mustafa Ulusoy, yazı hayatına yıllar öncesinde deneme türüyle başlayan bir yazar. Şiir dışında edebiyat içi tüm türlerde ürün sunsa da, son yıllarda romana ağırlık verdi ve geçtiğimiz günlerde yeni bir romanla okuruyla buluştu. Tüm çalışmalarında psikolojiden yararlandı. Timaş Yayınları'ndan çıkan yeni romanı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ölümü ve insanların ölümle ilişkilerini konu alıyor. Mustafa Ulusoy’un bu romanı, “İnsanın Temel Acıları Üçlemesi” adını taşıyan bir nehir romanın ikinci kitabı aynı zamanda. Ulusoy ile yeni romanını konuştuk; önceki romanı hakkında bellekte uzun zamandır bekleyen sorular da yanıt buldu bu arada...
İnsanın Temel Acıları Üçlemesi’nin ikincisi okurla buluştu. İlk olarak “Aynalar Koridorunda Aşk” ve şimdi de “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle”... İnsanın acılarını sorgulayan romanlar yazma düşüncesi nasıl oluştu?
Hayatlarımıza bakarsak, saf mutluluğun ve sevincin arada bir parladığını; aslolanın keder, hüzün ve acı olduğunu görebiliriz. Sevinç ve huzur çoğunlukla bu keder, hüzün ve acının içinden doğar. Yani aydınlıklarımızın çoğunu, karanlıkların içinden çıkarırız. Çünkü bu yaşam, sadece bir gurbettir. Yine bu hayat, kederle doludur, çünkü ayrılıkla maluldür. Dünya arızalı bir yerdir ve ayrılık, bu dünyanın en büyük arızasıdır. Ayrıca aydınlığın bizatihi kendisi, güneş gibi göz kamaştırıcıdır; ona doğrudan bakamayız. İnsan hiç niye mutluyum diye sorgular mı? Sorgulanan acıdır. Ben de bu yüzden, insanın temel acılarının peşine düştüm.
Üçlemenin iki romanı yayımlandı; kitapların isimleri biraz uzun gibi ama ilk anda okurun dikkatini çekecek nitelikte. Romanlarınızın adlarının hikâyesini dinlemek isterim…
“Aynalar Koridorunda Aşk”, ayna analojisi üzerine kuruluydu ve isminde “ayna”nın geçmesini çok istiyordum. “Aynalar Koridoru”, bir psikiyatrın insanın sosyalliğini anlatmak için kullandığı bir analojidir. Bu kavramdan, Malatya’da ikimizin de konuşmacı olduğu bir konferansta Erol Göka bahsetmişti. İlk o zaman, romanın ismini “Aynalar Koridorunda Aşk” olarak koymuştum. Yani ilk romanın yarı isim babası Erol’durJ. İlk taslağını yazana kadar, son romanın ismi “Görüşmek Üzere” idi. Sonra, romanın içinde “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” diye bir bölüm yazınca, niye kitabın ismi bu olmasın dedim. Ardından arkadaşlarımla ve yayınevimle istişare ettim, çoğunluk bu ismi tercih etti ve ikinci romanın adı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” oldu. Romanın göbek ismi, “Görüşmek Üzere”dir yaniJ.
Psikiyatr olunca hayatınız bu işin içinde geçiyor. İnsan ruhunun kırılma noktalarını, güçlü ve zayıf yanlarını görüyorsunuz. Bu noktada, bildiğiniz konuları yazıyorsunuz denebilir mi sizin için?
http://img146.imageshack.us/img146/8225/50005.jpgTerapi odası, çok çekici bir mekândır. Çünkü kamusal alandan farklı olarak, sanki burada gereksiz hiçbir ayrıntı yoktur. Burada sadece insandan, acılarından, hayattan, danışanlarımın değişmesinden, yaralarını sarmalarından, hayata ve kendilerine daha iyi bakma çabalarından yani kendimizden konuşuyoruz. Olayları dışarıya-kamusal bir alana taşırmaya niyetlendiğimde, yaşamın fazlalıkları sanki romanın içine dolacakmış gibi bir kaygıya kapılıyorum. Öte yandan, hayattan kopuk da değil terapi odası. Dışarıdaki hikâyenin en esaslı kısımlarının bir odaya taşınması söz konusu olan. Şunu da söylemeliyim: Üçlemenin son romanından sonra, terapi odasından çıkacağım bazı roman taslakları var muhayyilemde. Allah nasip ederse tabii.
İnsanın varoluşla, anlamla ilişkisi gençlik yıllarımdan başlayarak ilgimi çekti benim. Bu süreçte de sizin “Nietzsche ve Babaannem” adlı kitabınızı okudum. Romanlarınızda da insanın anlamsızlıktan kurtularak bir anlam dünyasına bağlanmasının çeşitli boyutlarını işliyorsunuz. Sanırım tanıdık topraklarda dolaşmak işinizi kolaylaştırıyor?
Ben varoluşçu ve kognitif bir terapistim. Varoluşumuza ait ıstırapları oldukça iyi bildiğimi zannediyorum. Çünkü onları derinlemesine yaşadım da. İnsanın dünyaya katılabilmesinin ancak Mutlak Varlık’la bağlantılı bir anlamla mümkün olabileceğine çok büyük bir inançla inanıyorum. Bu dünyayı aşamayan anlamlar, bu hayatı kaldıramıyor.
İnsanın hayvanlarla ortak olmayan yanı, algısal dünyanın üzerine anlam eklemesidir. Anlamın, nasıl kurulup yapılandırıldığı ise çeşitli tartışmaları beraberinde getiriyor. İnsan anlamlı olanı nasıl fark eder, onu benliğinde nasıl yapılandırır?
Bu çok önemli ve güzel bir soru. Kanaatimce bunun basit bir ölçüsü şu olabilir: Anlam, kalbe ve ruha huzur verebiliyor mu? Ve daha da önemlisi, ölüm ve ayrılık bu anlamın önünü kesiyor mu, yoksa anlam ölümü aşabiliyor mu? Ölümün alaşağı ettiği tüm anlamlar bana sahte, plastik geliyor. Yaratıcı ile bağlantılı olmayan tüm anlamlar –şan şöhret, dünyevi işe yarama hali, üretmek, hatta hayatı başkalarına yardım ederek geçirmek, diğergâmlık da dahil olmak üzere–  ölümün önünde buharlaşır gider. Kur’an der ya: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” Bunun doğruluğunu o kadar çok müşahede ettim ki.
Tam burada önemli bir ayrıntıyı da atlamamalıyız, çünkü günlük yaşamda çok karıştırıyoruz. Dünyevi anlamlar, benliğimize narsistik hazlar yaşatabilir. Narsistik haz, huzur demek değildir. Madde kullanmak gibidir bu. Örneğin alkol de insana haz verir ama huzur veremez, kalpte bir mutmain olma hissi uyandıramaz.
Psikolojiye ve varoluşa ağırlık vererek yazsanız da, özellikle “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” adlı son romanınızda ölüm, ölüm meleği, cennet, cehennem vb daha gaybi alanlara kaydığınızı görüyoruz; katılır mısınız bu tespitime?
Ölüm denince gaybiliğe kaymamak mümkün değil. Onun eliyle gerçekleşen ve ruhumuzu teslim ettiğimiz melekten bahsetmeden ölümü konuşmak, boşa konuşmak değil midir? Ölüm sonrasından söz etmeden ölümden konuşmak boşa konuşmak değil midir? Ölüm, normalde bizim çok dert ettiğimiz bir mesele değildir. Çünkü ölüm, bu dünyayla öteki dünyanın tam ortasında yer alan ve çok kısa süreli olarak yaşadığımız bir haldir. Bizim derdimiz, öte dünyanın varlığı ve yokluğudur zaten. Ötesi yoksa, bizi bekleyen kendimizden ve her şeyden sonsuz ayrılıktır. Temel ıstırabımız ve endişemiz budur.
Genel bir soruyla devam edelim ve Mustafa Ulusoy’un, ruhsal sorunlar ve psikoterapi odaklı yazarlar dendiğinde dünya edebiyatında önemsediği yazarların kimler olduğunu öğrenelim?
İnkârcılığın temelinde, varolmaya, inanmıyorum dedikleri Yaratıcı’ya koyu bir öfke ve kızgınlığın olduğunu Camus, Sartre gibi varoluşçu yazarları okuyarak öğrendim. Bu alanda günümüz yazarlarından Milan Kundera’yı iyi takip ediyorum. Yakın bir zamanda, Caddebostan’da sık sık uğradığım kitapçı Gergedan’ın sahibi Rüyam Hanım’ın ısrarıyla Necip Mahfuz’un “Saray Üçlemesi”ni okudum ve çok başarılı buldum. Sanırım diğer kitaplarını da okuyacağım. Herman Hesse okumaya bayılırım. Thomas Mann’i önemsiyorum ama kitaplarının çevirilerinde bir sorun var gibi geliyor, beni sürüklemiyor. Lawrence Durrell’in “İskenderiye Dörtlüsü”nü on yıl önce okumuş ve kurgudan çok etkilenmiştim. Yeniden okumayı düşünüyorum.
Ayrıca ben sosyoloji okumalarını da önemserim kendim için. Anthony Giddens’ın “Self Identity and Modernity”si (Kendilik Kimliği ve Modernite) başucu kitaplarımdandır. Varoluşçuluğun temel temalarını derinden hissettiğim Bauman’ın Türkçe’ye çevrilmiş tüm kitaplarını okumuşumdur, Bauman çok önemsediğim bir yazardır. Varoluşçu terapistlerden Rolla May ve Irvin Yalom tabii ki takip ettiğim yazarlardır.
Gelelim “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” hakkındaki sorulara!.. Romanınızın en önemli özelliği, bir özeleştiri niteliği taşımasıdır hiç kuşkusuz! Gerek toplumsal düzlemde gerekse bireysel olarak ölüme ilişkin ortalama algıya sert eleştirilerde bulunuyorsunuz... Peki bunu neden önceki romanınızda olduğu gibi renklerle adlandırdığınız karakterler üzerinden vermeye çalıştınız? Yani, nasıl oluştu bu roman?
Şu ana kadar gerçek isimler kullanmaktan kaçındım, çünkü terapi odasından çıkmadım henüz. Terapi odasında olan biteni yazmak, beni hep gerçek isimlerden uzaklaştırdı. Bu bir bakıma, yazdıklarım kurgusal olsalar ve kesinlikle hastalarımın öykülerini yazmasam bile, onların kimliklerini saklama çabası olabilir. “Ay Terapisi”nde yıldız ve gezegen isimleri kullandım örneğin. Bu iki romanda da renkleri. Ara ara kendi web sitemde psikoterapi öyküleri yazıyorum. Onlarda da çiçek ve ağaç isimleri kullanıyorum. Böylelikle, bir açıdan da yıldızlara, çiçeklere ve tabii ki renklere dikkat çektiğimi fark ettim. Okurlar da beğendi bunu.
Romanın merkezinde yer alan tema ile bireysel olarak yaşadıklarınız arasında bir bağ kurulabilir mi?
Bu her yazara neden sorulur ki! Her edebiyat ürünü otobiyografik malzemeler barındırır. Bunu inkâr eden bir yazar var mıdır, bilmiyorum. Bazı okurlar, hastalarımın öyküsünü yazdığımı zannediyorlar. Bu kesinlikle doğru değil. Sizinle küçük bir sırrımı paylaşayım. Son romanda, büyükbabasının hediye ettiği fakat Turuncu’nun kaybettiği bir dolmakalem var. O dolmakalem, benim anne dedemin ilkokuldayken bana hediye ettiği ve kaybettiğim bir kalemdir. İlkokul üçte de, dedemin vefatıyla ölümle tanıştım. Bu kadar ifşaat yeter sanırım


Bu noktada, romancının ve terapistin yaptıkları arasında benzerlikler kurulabilir gibi. Her ikisi de kendisini bir başkasının yerine koyup, dünyaya onun gözünden bakabildiği oranda başarılı oluyor. Romancı ve terapistin benzerlikleri konusunda neler söylenebilir?
Çok iyi bir noktayı yakalamışsınız. Önce şunu söyleyeyim: Empati, kendini bir başkasının yerine koyup onun gözünden bakmakla birlikte, diğerinin acısına katılmaktır. Bu yüzden şefkat ve merhametle bağlantılıdır gibi geliyor bana. İnsanın kendini bir başkasının yerine koyması, sınır aşıldığında tehlikeli bir hal alır. Nasıl empati eksikliği bir araz ise, fazla empati de öyledir.
 Bence terapistle romancının en önemli ortak noktası empatiden çok şudur: Terapide, terapist öyküler dinler. Bir hayatı baştan sonra dinlemek!.. Ne büyük bir imkândır. Hem de birinci elden! Dinlerken öykünün sahibinin yüzüne odaklanmak, ağladığında ona mendil vermek. Onun yanında olmak. Ama gerektiğinde en sert yüzleşmeyi yaptırmaktan kaçınmamak. Ve bir kişinin öyküsünü yeniden yorumlamak; anlatı terapistlerinin söylediği gibi, böylelikle bireyin öyküsünü birlikte yeniden yazmak. Terapi, insanın öyküsünü yeniden yazma ameliyesidir. Yazarı, hem hasta hem terapisttir. İnanın, bu çok güzel, çok anlamlı bir iştir. Romancı da, başından sonuna dek insanların öyküsünü anlatır bize. Kahramanlarının ağlayışlarına tanık olur. Belki onlara mendil uzatamaz ama muhayyilesinde yine de bunu yapar ve yazar. Ayrılıklarına, ölümlerine tanık olur. Sevinçlerine tanık olur. Sonra biz okurlar da bunun tanığı oluruz. İşte insan muhayyilesinin gücü. Bu muhteşem bir imkândır. İnsan olmanın hazlarından biridir . Birçok hayata tanıklık etmek. İsterse bunlar, muhayyel karakterler olsun.
Turuncu’nun oğlunun ölümünde sonra ilk olarak Dr. Mavi’ye gittiğinde aklına gelen soru(n)lardan biri, yeni metalar keşfetmekte her zaman son derece maharetli davranmış olan kapitalizmin iç mantığının, kendine fazlasıyla verimli bir alan keşfetmiş olduğu düşüncesi. İnsan ruhsallığı. Bir başka deyişle, insanın bilinçli ya da bilinçaltı tüm yönelimleriyle iç yaşamı. Şunu merak ediyorum: Günümüz koşullarında, insan ruhsallığı da bir anlamda o kural tanımaz meta çarkının içine girerek yeni bir pazarın ürünü mü?
Belki psikiyatri değil ama psikoterapi modern çağın icat ettiği bir alandır. Aydınlanma’nın çocuğudur. İnsanın dertlerini para karşılığı dinlemek tam bir kapitalizm pratiğidir. Bunu başlatan psikiyatri değildir. Psikolojizm son yüzyılın en büyük dertlerinden biridir. Lasch, buna terapötik duyarlılık da der. Modern insanın en büyük sorunlarından biri psikolojizmdir. Kendini iyi hissetmek, çevik, güçlü bir bedene sahip olmak, insanın kendini gerçek hissetmesinin önüne geçmiştir. Psikiyatri gerek sağlık politikacıları, gerek ilaç firmaları, gerek haz bağımlısı modern insanın bizzat kendisi tarafından; insanların ciddi sorunlarının çözümü için başvuracakları bir alandan daha öteye sıçratılarak, kendini iyi hissetmenin oyuncağı haline getirilmiştir. Artık insanlar küçük çaplı acılarına bile dayanmak istemiyorlar çünkü.
 Bir yanda, sorunlarını ve iç yaşamını bütün 'içtenliği' ile doktoruna dökmeye çaba harcayan hasta (ya da bu sözcüğü kullanmak istemezsek, kendini pek huzurlu hissetmeyen herhangi bir birey); ve öte yanda, onu dinleyerek ve sorular sorarak onun ruhsallığının derinliklerine nüfuz etmeye ve anlayıp tedavi etmeye çalışan ruh doktoru ya da analist. Bu hasta/doktor ilişkisinin bildiğimiz sıradan hasta/doktor ilişkilerinden ne gibi farkları var? Bu çerçevede Dr. Mavi her şeyi kuşatamayan bir analist olarak mı karşımızda duruyor?
Sıradan doktor hasta ilişkisinde hasta oldukça pasiftir. Ameliyathanedeki bir hastayı düşünün. Onu bayıltırlar, iradesini elinden alırlar ve gerekli işlemleri yaparlar. Ya da kalp hastalığı olan bir kişinin de ilaçlarını alma ve doktorun bazı önerilerini yerine getirme dışında yapacağı bir şey yoktur. İkinci çok önemli fark da, tıbbi rahatsızlıklarda kişilerin hastalığın oluşumuyla ilgili bir teorilerinin olmamasıdır. Bilgi açısından otoriter olan doktordur. Terapi ilişkisinde ise, dışarıdaki dünyayı daha çok andıran ama ondan da farklı bir ilişki vardır. İbre, biraz terapist tarafına kaysa da, mümkün olduğunca eşitliğe dayalı bir ilişki söz konusudur. Benim kullandığım koltukla hastamınki aynıdır. Ona rahatlıkla çay ikram ederim. Kahvesi bittiyse doldururum. Sigarasını yakarım. Bana sen diye hitap etmesinden hiç rahatsızlık duymam, hatta bunu arzu ederim. Hastanın pasif değil aktif olması, sorunlarının hem analizinde hem çözümünde terapistle işbirliğine girmesi gereken bir durumla karşı karşıyayızdır artık.
Dr. Mavi’ye gelince. Her şeyi kuşatan bir analist yoktur; olamaz da! Hayatı nasıl el yordamıyla yaşıyorsak, terapist de işini el yordamıyla yapar.
Terapistler çok çaresiz insanlardır aslında. Bunun nedenlerinden biri de, kapitalizmin, insanın sorunlarının çözümünü psikiyatristlerin üzerine resmen yıkmış olmasıdır. Sosyal hayattaki dayanak noktalarının -ki artık ülkemiz için de rahatlıkla böyle olduğunu söyleyebiliriz- zayıflaması, psikoterapinin icadını gerekli kılmıştır. Artık bireylerin soluklanacağı yer, terapi odalarıdır. Bu aslında çok hazin bir durumdur. Bir açıdan terapistlerin de istemediği bir durumdur. İnsanlar, sorunlarının çözümünü terapiste yüklerler. Sihirli bir değnek! Bazen de tersine inanılır. “Onlar beni anlamaz ki” inanışı hakim olur. Bu hayata karşı hissedilen genel güvensizliğin, tedirginliğin bir ürünüdür.
İlk romanınıza dönelim... Romanın mekânı İstanbul. Özellikle de gelir seviyesi yüksek bir mekân gibi gözüküyor! Kahramanlarınızın okuduğu yazarlar, kullandıkları araçlar da bunu doğruluyor. Neden böyle bir kurgu gereksinimi duydunuz?
Bunu siz sorunca fark ettim. Bilerek yaptığım bir şey değildi. Elitist bir yaşamım yok. Acaba her gün ilişki halinde olduğum hasta grubunun özelliklerinden mi etkilendim desem, o da değil. Köyden gelen ninelerim de var, yüksek ölçekli şirket sahibi ya da idarecisi olan hastalarım da. Bunun üzerinde düşünmem lazım.
Bu romanın yazılış aşamasında ve öncesinde ne gibi kaynaklardan beslendiniz?
Caddede saatlerce yürüdüm. Sararmış yapraklar topladım. Alın size muhteşem bir kaynak! Sungurlu’da Manastır tepesinde güneşin batışını seyrettim. Kızlarımla sohbet ettim. Eşimin ve dedemin kabirlerini ziyaret ettim. Kitabın sonundaki ayeti düşündüm. Hadis kitaplarında ölümü taradım. Ölüm olmasaydı kaygı olur muydu diye düşünerek tüm kaygıların ölümlülükle ilişkisini fark edince, Avrupa Kognitif Terapi Kongrelerinde, bu alanda en iyi isimlerden Tom Barkovic’in konuşmalarını takip ettim. Anlatı terapisi konulu kitaplar okudum. Gökyüzünü seyrettim. Aydan ve yıldızlardan ilhamlar geldi. Bir kongre için bulunduğum Uludağ’da, karların içinden fışkırmış kardelenleri hayranlıkla seyrettim. Karın üzerine uzanıp yattım. Kızlarımla kartopu oynadım. Bir kış günü, Belgrad Ormanlarında kaybolduk. Filmler seyrettim. “Saatler” ve “Sonsuzluk ve Bir Gün”deki iki sahne hiç aklımdan çıkmadı. Dizüstü bilgisayarımı hep yanımda taşıdım.Tabii ki hastalarımı dinledim. Ve tabii ki en çok da kendimi dinledim.
Psikiyatr romancılardan Levent Mete’nin bir romanın adı “Aşk Hastalığı”. Aşk’la ilgili çok söz söylendi. Peki, siz aşkı bir hastalık olarak gören yaklaşımlara nasıl bakarsınız? Nasıl bir açılım getirirsiniz? Tartışma ortamı açılsın istemektir gayem…
Aşk hastalık değildir. Ama ciddi anlamda hastalıklı biçimlerde yaşanabilir ve günümüzün narsistik kültüründe de ciddi oranda hastalıklı yaşanmaktadır. Modern insan, aşkınlığa ihtiyaç duymaktadır. Bunun en kolay ve sorumluluk gerektirmeyen yolu olarak düşündüğü aşk da, onun kutsalı olmuştur. Aşk hastalık değildir ama kutsallaştırılması arızalı bir haldir ve günümüzde çokça kutsallaştırılmaktadır. Hem yaşayanlar hem aşkı kutsallaştırarak yazanlar tarafından. Bu, aşkın kendisine ihanettir. Her neyi kutsallaştırıyorsak, ona ihanet ediyoruzdur. Çünkü aşk bu hayatı kaldıramaz. Çünkü sanıldığı gibi derin bir bağlanma sunamaz. Evet, çok yoğun bir duygulanım halidir. Evet, çok çok güzel bir duygudur aşk. Ama işte bu kadardır. Bu, onu kötü yapmaz. Ama narsistik kültürde aşk doğru şekilde yaşanamaz. Bizim aşktan çok, varoluşa özen göstermeye dayalı bir ahlakın biçimlendirdiği ilişkiye ihtiyacımız var. Aşk bize yetmez. Aşktan sıkça dem vuranların örneğin şefkate, merhamete gelince neden sus pus olduklarını düşünmek gerekir. Aşkın çok çok önünde daha saf ve duru bir duygu vardır ve bu şefkattir. 
Romanda dün kadar bugün de, yarın (akıbet) da var ama kurguda yer alan unsurlardan hareketle zaman günümüz gibi, yanılıyor muyum?
Zaman günümüz, evet. Ama meseleler geçmişin de geleceğin de meseleleri. Şunu da söyleyebilirim; romanda mesele ettiğim şey, üzerimize yapışıp kalmış varoluşumuza ait ıstıraplarsa -ki öyle olduğuna inanıyorum- bu romanın bir zamanı yoktur.
Her iki romanın açılışı, kahramanın uykuya daldığında gördüğü düşlerle boğuşup duruşuyla yapılıyor. Yoksa siz de bu roman için bellek yoklamasına mı giriştiniz?
Bellek, hem terapistin hem de romancının temel beslenme kaynağıdır. Örneğin alzheimer hastalığı olan belleksiz biriyle terapi yapamazsınız. Yine, alzheimer hastalığı olan biri roman yazabilir mi? Belleklerimiz, öykülerimizin kayıt altına alındığı sandukacıklardır. Biz, belleğimizde olanlarla biziz. Çünkü biz, kişisel öykülerimizle biziz. Ahirette bile hesaba çekilecek, sorgulanacak olan kişisel öykümüz değil midir?
Verimli bir yazar olduğunuz söylenebilir mi? Nedir verimli yazar olmanın püf noktası?
Verimli yazmak çok yazmaksa eğer, verimli bir yazar olduğum söylenemez. Ben zor ve az yazan biriyim. Verimli olmak, ürünlerin kalıcı olması, uzun soluklu bir varlık kazanmasıysa onu da zaman gösterecek. Verimli olmayı Fethi Naci’nin romanlar için nesnel bir ölçüt olarak ifade ettiği “romanı yeniden okuma isteği”ne başvurarak ölçmeye çalışırsak eğer; kitaplarım ama özellikle romanlarım verimli denebilir. “Aynalar Koridorunda Aşk”ı birden çok kere okuduğunu söyleyen çok sayıda mektup aldım okuyucularımdan. Bu konuda rekor yedi. “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle”yi de birden fazla okuduğunu söyleyen okuyucularım çok sayıda. Ama onun için en yüksek sayı henüz üçJ
Son soru olsun; üçlemenin ikisini okurla buluşturduğunuza göre, üçüncüsünü de çalışmaya başlamışsınızdır? Bu üçleme ne zaman tamamlanacak?
Son romanın kurgusu üç aşağı beş yukarı muhayyilemde geziniyor. Ancak teorik kısımda, zihnimde bazı eksiklikler hissediyorum. “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle”nin bittiğinin ertesi günü, sekiz yıldır malzeme biriktirip üzerinde düşündüğüm bir kitaba başladım. Bediüzzaman Said Nursi’nin psikobiyografisine. Nursi, benim hayatımda en etkili figürlerden biridir. Benim kahramanımdır. Varoluşsal açmazlarımı onun kitaplarıyla çözmeye çalıştım. Istıraplarımı onun yazdıklarıyla yatıştırdım. Üniversitenin ilk yıllarında yaşadığım bir aşk saplantısını 17. Söz’ün ikinci makamı ile aştım. Onun yaşamını anlamak -ki psikobiyografi bir insanı anlamak olarak tanımlanır- insanın serüvenini anlamak gibi geliyor bana. Şu ana dek en çok heyecan duyduğum kitap, bu olacak gibi. Psikobiyografiyi öne almamın nedenlerinden biri de, üçlemenin son romanına ilişkin teorik bazı sorunlarımın, bu kitabı yazma aşamasında çözüleceğine inanmam.
sayac Kez Okundu
DertOrtagimblogspot.com

0 Yorum

Yorum Gönder

Yeni Düşenler

Abonelik:

E-Posta Adresini Gir: