Ben Seni Ruhu Dokunduğumda Kaybettim

Gönderen Dert Ortağı 18 Mayıs 2010
Bir anda başlamıştı her şey, kanım bedenimde bir magma sıcaklığında dolanıyordu. Hayat sahnesinin perdelerini açmıştı zamansız ve biz o sahnede iki karakter oyuncusuyduk. Hem cemiydik, hem de yalnız. Boşlukta süzülen bir sonbahar yaprağıydım ben, rüzgar savuruyordu bedenimi fütursuzca ve sonunda karanlık bir kuytuda soluklanmıştım, güneş bağrımı yakmıştı, özümü güneşe vermiş bir haldeydim.

Ben yıllardan beri aşıktım aslında. Yalnızdım dört duvarlık hücremde, mahkumdum bir hayalin gözlerinde... Sen yokluğunla vardın. Önüme çıkan herkes sana benziyordu, ben çaresizce yol alıyordum. Sana verir dediğim yolların sonu hep çıkmazdı ve o çıkmazların karanlığında sarışın, mavi gözlü, dudağında şehvet kırmızısı bir günah beni bekliyordu. Gözlerimi kapatıyordum, dudaklarıma mühür vurulurken, senin sandığım dokunuşların sana ait olmadığını hissettikçe üşüyordu bedenim ve en acı olanı gözlerimden dökülen yaşlar bir inci tanesi gibi yanaklarımda donuyordu. Oysa böyle bir yaşamda ateş olup yanmam lazımdı. Ben üşüyordum. Dudaklarımın mührü çözüldüğünde yankılanıyordu isyanım bir cümlenin bedeninde; “Ben seni, ruhuna dokunduğumda kaybettim.”

Yine sefildim, seni aramaya başlamıştım yine. Beni sahiplenmeyen vurdum duymaz, aşkı tanımayan, söylenen sevgi sözcükleri bir fidan film karesinde sıkışmışçasına soğuk algılayan gerçekçi bir ruh bulmuştum. Günahlarımı seviyordum ama bu ruhunda beni anlamayacağını biliyordum. Beni kendinde saklayamayacaktın.

Beni tanımıyordu, ben sen sanıyordum. Sen beni biliyordun, nerde duracağımı, sana asla zarar vermeyeceğimi, seni nasıl yaşayacağımı ve her şeyimi biliyordun. En önemlisi korkmuyordun benden. O ruh, korkularının en büyüğünü yaşayınca anladım onun sen olmadığını... Bilirsin beni, ruhuna dokunmadığım zamanlarda; aynı yatakta acabasız göğsümde nasıl uykuya dalardın sen ve vakti geldiğinde gözlerimin en gerisine bakıp, ateşin kanıma işlenirdi, o an anlardım yanmak vaktinin geldiğini...Sen sandım karşıma çıkan her ruhu... Kalemi kırmıştım, kırdığım yerden basit bir bantla tekrar yapıştırdım ve yine yazmaya başladım.

Karanlık çökmüştü, birer sigara yakılmıştı hayatın yalnızlığına dair. Kadın yol alıyordu usulca başka ruha, ruh onu aradığı kadın sanıyordu. Sarıldılar kendi yalnızlıklarına. Adam kadının kokusunu içine çekti, günahları seslendi usulca, adam nerde duracağını biliyordu. Kadın korkuyordu ve birden bir ateş yayıldı dudaktan kalbe...Kadının korkusu büyüyordu, yargısızca infaz etti adamı içinde, belli etmiyordu. Adam hoyrattı, sevdiğini yaşıyordu aklınca, sevdiği insan ise korkuyordu ve bir an sarsıldı kadın, adamı bağrına bastı ve bir kelime son noktayı koydu. Adam korktuğunu anladı kadının ve büyü bozuldu. Çaresizce, annesinin en sevdiği vazoyu kıran çocuk gibi korkulu gözlerle, sesi titreyerek açıklamalara başladı. Kadın uzun susmalardaydı. İkisinin de başı öndeydi. Ayrılırken anladı adam, ruhuna dokunduğunda tek varlığını kaybetmişti.

Fırtınalar yaşadılar ruhlarında... Adam sefil bir çaresizliğin içindeydi ve yıllardır kendisini çağıran trenlerin sesine kulak vermeyi istiyordu. Kaçmak olarak nitelendirilecekti bu; şerefsizlik, adilik olarak değerlendirilecekti belki de. Ama adam hayatında asla öyle bir şerefsizlikle nitelendirilmemişti. Zaten düşmüştü kadının gözünden düşeceği kadar ama gitmedi. Yolların çağrısına karar verdi ama... O dünyaya “merhaba” dediği andan itibaren kaybetmeye mahkum edilmiş bir ruhtu. Sonraki günlerde başladı savaş. Terk etmedi hayatı elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı.

Uykusuz kaldı, onun için yazdı, ücretini, onun için onun yanında olduğunu göstermek adına her şeyi yapmaya başladı. Gönderdi, yeri geldi götürdü kendi, onunla bir dakika fazla zaman geçirmek adına, aynı havayı teneffüs etmek adına ona koştu. Ona olan sevgisin göstermek istedi. Kumdan kaleler yaptı, hem de en şahanesinden ama dalgalarıyla taarruza geçti deniz ve kalelerini işgal etmekle kalmadı, talan etti, yıktı her şeyi. Adam çaresizce kırdı hayallerini...

>Her seferinde aynı coşkuyla gitti ona. Yollar boyunca hayaller kurdu. İçeri girecekti kocaman gülümsemeyle, “ben geldim” derken kadın yerinden heyecanla kalkıp ona gelecekti, sarılacaktı ona özlemle, dudakları mühürlenecekti sanki dünya ikisinin çevresinde dönercesine, elleri birleşecekti bir süreliğine, kadın bedeninin ateşini bırakacaktı adamın avucuna, sonra birileri ona çay ikram edecekti. Çayı içerken, “seni çok geldim” diyecek ve karşılığını bulacaktı. Birlikte üreteceklerdi. Ayrılık vakti gelecekti. Kadın onu uğurlamaya gidecek, birbirlerine sarılacaklardı. Adam yoldayken, kadın özlediğini mesajla anlatacaktı. Sonra medcezirler yaşanacaktı, nakaratlar olacaktı hayatlarında ve kafiyeler hep onları anlatacaktı. Herkes yok olacaktı. Yine sahnede ikisi kalacaktı, kadın adama sarılacaktı, başını omzuna yaslarken iki yalnız ruhun ağırlığını bir sandalye taşıyacak, kadının nefesini hissedecek adam boynundan ve sonra ölümsüzlüğü dudaklarından içerken yaşadığını anlayacaktı adam. Tüm bunların hepsi hayaldi, hiç gerçek olmayacaktı

Gittiğinde bir adım yakınken adam, üşüdü. Öyle ki bir gün kadın “ hoş geldin ” bile demedi. Adam anladı. Ruhuna dokunduğunda onu kaybetmişti. Kıskandı adam bir ara, seven kıskanırdı. Sonra uykuları bölündü, sevdiğine dair endişelerinden. Bir ara yan yanaydılar, deniz kudurmuştu, kadın denize bakıyorken adam kadının bakışlarında ruhunun olmadığını gördü. Ağlayacaktı, tuttu yağmur yüklü bulutlarını.

http://img389.imageshack.us/img389/7264/bensehn0qr6.jpg
Kadın aramıyordu onu, adam gece yarılarında bile belki arar umuduyla yaşıyordu ama kadının sahnesinden silueti silinmiş umursanmayan bir ruhtu. Yine de kadını yaşıyor onunla konuşuyordu. Gittiğinde onu yanındayken bile özlüyor, ama elleri buluşmuyordu, kadın “ hoş geldin “ demiyor, gülümsemesini esirgiyor, yok şu iş, yok bir başkası diye kaçıyordu. Kadın sevmiyordu artık. Cevap bile vermiyordu telefonlarına, ruhuna dokunup kaybettiği kadını için ağladı. Gözlerinden yaşlar ıslatırken yastığını, adamın dudaklarından “ne istenmediğim yerde ne de istenmediğim yürekte gölgemi bile bırakmadım ben” cümlesi dökülüyordu.

Hatta bir gün öylesine çaresizleşti ki adam, öylesine üşüdü ki, sigara almaya çıkıp dönmedi. Kadının bakışlarında yokluğunu ve yokluğunun yerinde gördüğü ruhun verdiği çaresizlikle yol aldı. Ardına baktı, kadın bir yere gidiyordu, adamın bakışlarını, çaresizliğini görmüyordu ve adam yalnızlığını yanına alıp kalabalık bir kaybın içinde yol aldı. Kendisini uzaklara götürecek arabada en arkaya oturup, yol boyunca ağladı. İçinden terk etti sevdayı... Aşka içinden veda edip, kalbinin, kalbinin kapısına elleri titreyerek kilidi vurdu.

Ertesi gün bir telefon geldi, onu çağırıyordu bir ruh. Cebinde bir çay parası yoktu, onu çağıran kadın para gönderdi ona. Atladı. İzmir’e gitti. Kadın karşıladı onu, oysa böyle bir karşılanmayı hep başkasından beklemişti. Eve gittiler, birkaç gün kalacaktı onda. Duş aldı, bir şeyler yediler.

İçtiler, dertleştiler, ağlaştılar. Üniversite yıllarını yad ettiler. Kadın adamın yüreğini bile bir insandı. Üç seneleri geçmişti ve kader arkadaşıydılar. Kadın yaralıydı, adam yalnızdı. Yalnızlıklarını paylaşırken, adam altı yıl birlikte olup nişanlandıktan sonra ayrılığın eşiğine gelmiş iki ruhu birleştirmek için çabaladı ama olmadı. Geri döndü, özlemişti, koştu ona ve hüsran vardı havada, hüzün yol kesen eşkıyaydı.

Adam yine de yazdı, üretti onun için. Ne fırtınalar yaşadı. İhaneti yazdı, sadakati ve huzuru. Bu sahneyi hayatı içinde defalarca yaşamıştı.

-“Evet, seninle oturup konuşmamız gerek” denildiğinde aynı hisse kapıldı. Bundan sonraki cümleyi ezberlemişti adam. “evet seninle oturup konuşmamız gerek. Aslında, yani, şu demek istediğim. Ben anladım ki. Sen yokken biriyle tanıştım. Öğretmen. Mustafa adı. Ben onu sevdiğimi anladım ama seninle dost kalabiliriz.”

İşte aynı nakaratlardan biri ve sahne aynı sahne. Son defa aradı adam, “Ne zaman geleceksin” denildi adama, adamın sevdiğini söylemelerinin karşısında. Yani ayrılıklar yaşanacaksa yine beklemezdi. Saçma sapan yazılarla ruhunu kurtarıp adam, korkusunu hafifletti. Oysa sevgi dolu bir mektup yazacaktı ona. Korkuları ağır bastı ve kendi kendine “Seni seven olmayacak bu dünyada, ruhunu taşıyanda ve sen kabul et doğuştan kaybetmeye mahkumsun. Anneni kaybetmekle başladın.” Dedi.

ertesi gü gece yarısı
deftere yazılanlar

BIRAKILMAYAN DEFTER

Bugün şaşırttın beni, yatağımın yanına düşmüş telefonuma uzandığımda bir mesaj gördüm. Beni çağırıyordun. Özleyip özlemediğini, özlenip özlenmediğimi düşündüm. Sonra bir mesaj daha geldi. Şaşkınlığımı ikiye katlayan bir mesaj. Cevap verdim seni arayarak.

Aslında cevap vermek bahaneydi, amaç özlediğim sesini duymaktı. Duydum. Yarın görüşmen olduğunu söylüyordun. Artık bana ismimle hitap ediyordun, canım demiyordun. Ben canın olmaktan atılmış bir ruh gibi hissediyordum ve öylesine hoş gelecekken ismim, üşütüyordu beni. Sana gelmek istediğimi söyledim en yakınımdakilere, senden bahsettim.

Annem bankaya koyduğum üç kuruşun ne zaman süresinin dolacağından bahsediyordu, sorular soruyordu. Anladım ki açıkça, gidemezsin demek istemiyordu. Ne kadar çaresiz hissettim kendimi. Senin yanında olmak, elini tutmak gözlerine bakmak vardı şimdi. Çaresizce attım kendimi dışarıya. Senin her şeyin en güzeline layık olduğunu düşündüm.

Üstüne basılmış bir karınca gibi can çekişiyordum iki büklüm. Sana sarılıp ağlamayı nasıl isterdim şu an. Saçlarımı okşamanı, gülümseyişini görmeyi. Ya bana ismimle hitap edersen. Sonra gece oldu. Yazmaya başlarken, dedim ki kötü ne varsa bu kağıda hapsedelim, içimizi dökelim. Birbirimize seslenelim. Sana bırakmayı düşündüm. Olur muydun yazdıklarımı, bana yazar mıydın? Sanmıyorum. Vaktin yoktu çünkü. Biz vakitsiz sevişmelerin, kimliksiz karakterleriydik. Bıraktığım gibi geri alırdım belki de bu defteri. Ama olsun, yine de sana getireceğim, yazmasan bile en azından ellerinle dokunma ihtimalin var. Beş dakika seni görüp, gideceğim. Hoş geldin der misin? Bilemiyorum.


Baki EVKARALI
sayac Kez Okundu
DertOrtagimblogspot.com

0 Yorum

Yorum Gönder

Yeni Düşenler

Abonelik:

E-Posta Adresini Gir: